VELİ ALTINKAYA


YAYLA...


Bu satırları yazmadan önce bilgisayarda Kayseri gündemine dair ajansların haberlerine baktım. İHA, Ulusal Fotoğraf Amatörleri Derneği Üyesi Yaşar?Şahmetlioğlu´nun objektifine takılan, dört fotoğraftan hareketle, ?Türkmenler?Aladağlar´a Yaylaya Çıktı? başlıklı bir haber geçmiş.

Haberin içini okumadan fotoğraflara baktım. O fotoğraflardaki üç çocukta kendimi gördüm. Kendi çocukluğumu yaşadım. Hatta o fotoğraflardaki çocukların bizden çok daha şanslı olduklarını gördüm. Bizim ayağımızda öyle ?top ayakkabısı? filan yoktu. ?Kardeşler? marka lastik ayakkabı olurdu. Kot kumaşından pantolon filanda hak getire... Pijama ile, bildiğimiz pamuklu-keten pantolon arası bir şey olurdu bacağımızda... Üstümüzde de kazak-süveter vari bir giyecek. Bu hem günlük giyeceğimiz, hem de gece kostümümüzdü(!)...

Atalarımız, ?Kursak kavurgasını ister? demiş. Her insan çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği yeri asla unutmaz. Yoklukla, yoksullukla, çileyle veya güle-oynaya büyümüş olsa da fark etmez.

Biz de yaylaya göçerdik. Mayıs ayının ikinci yarısı bizim için en heyecanlı günlerdi. Büyüklerimiz belediyede toplanır ve kimin hangi yaylaya göçeceğini kararlaştırırdı. İtilaf çıkarsa kura çekilirdi.

Yaylaya çıkmanın temel iki mantığı vardı. Birincisi ova daha sıcak olur ve hayvanların bir hastalığa düçar olması engellenirdi. İkincisi, ve daha önemlisi de, ovada ekinler (hububat) boy vermeye başladığı için, çobanlar her biri binleri bulan onlarca koyun sürüsünü otlatmakta zorlanırlardı. Bunun için güneşin daha çok hissedildiği ovadan,  soğukluğu nedeniyle suyunu dahi içmekte zorlandığınız, hemen her türlü bitki örtüsüne sahip otlakları, hayvanlarla buluşturmak daha doğru olandı. Yayla vesilesi ile kışlık odun ihtiyacı da karşılanırdı.

Sarız, Yalak (Yeşilkent)  ahalisinin yaylaya göçenleri daha çok hayvancılık yapanlardı. Hayvanlar mayıs-ağustos arası Binboğa ve Işık?Dağı´nın gürbüz otlaklarında beslenir, büyükannelerimiz (biz onlara ebe derdik) annelerimiz, peynir, yoğurt ve tereyağ yaparken, dede ve babalarımız ise daha çok, köyde kalırlardı. Zira köyde tarım hasadı başlardı...

 Ardıçlı, Körkuyu, Erikli, Kar, Karlıdere, Gabalı, Ağpınar, Gavurmaoğluk, Yanoluk bir çırpıda hatırlayabildiğim yayla isimleri. Her bir yaylada bin civarında küçükbaş hayvan ve her bir çadıra ait beş-on arası büyükbaş hayvan olurdu. Hemen her yaylada ortalama 10-20 arasında çadır kurulur, özellikle ayın bir güneş gibi aydınlattığı akşamları çadırların ortasında değme oyunlar oynanırdı.

Daha birbirinden 7-8  saat önce ayrılmış olmalarına rağmen, kuzuyla, koyunun buluşmasındaki seremonide  ibret almak isteyen herkes için bir ders vardı...

Kuşlar başta,  bir çok hayvan türü Binboğa yaylalarının unutulmazlarından biriydi. Hele hele bitki örtüsü... Yaylada yediğim mantarların lezzetini bir daha hiç tatmadım. Ya kekliklerin ötüşü, kekiklerin kokusu. Hani Avşar´a ?Neredensin? demişler de ?Keklik öten, kekik biten diyardanım? demiş ya...

Tam da öyle... Kekikler, sümbüller, hatta dağ çaylarının kokusunu her teneffüs ettiğinizde ciğerinizde hissediyorsunuz. Dadaloğlu Binboğa´nın ağaçları için ?Gamalaklı, kozalaklı koca ardıçlar? diyor... O ardıçların gölgesi, dallarını tuttuğunuzda hissettiğiniz kokusu, hatta reçinesini nasıl unuturum.

Yaylanın sütünü, yoğurduğunu, tereyağını anlatmaya gerek var mı? O tereyağı ile yapılmış bulgur pilavının lezzetini düşünebiliyor musunuz?

Bütün bu lezzetlere rağmen, çocukluk bu ya, yaylaya ayda bir eşek sırtında gelen ?çerçi?yi beklerdik... O çerçiden bisküvi, cevizli şeker sucuğu alabilmekti tek amacımız...

Yaylaya göçüş bu işin en heyecanlı tarafıydı. Bizim yaylalara moturlu araçla çıkılmaz. Eşyalarınızı mecburen eşşek-at sırtında taşıyacaksınız. Koyun sürüleri çobanları ile akşamdan yola çıkar, bizlerde büyüklerimizin refaketinde, kimimiz eşek sırtında, kimimiz yürüyerek, daha küçüklerimiz beşik içerisinde hayvanın sırtına bağlı ya da heybenin içinde (bazende yeni doğmuş bir yavru kuzu ile) sabah namazıyla yola koyulurduk? Üç-dörç saat sürerdi yaylaya ulaşmak.

1984´den sonra terör denen lanet olasıcanın yüzünden bizim yaylalara çıkışımız men edildi. Sonra herkes koyunlarını sattı bir bir? Bizden sonraki çocuklar da, yayladan öksüz büyüdü; elektriğin, televizyonun gelmesi ile hepsi adeta ?ekran çocuğu? oldu...

 ?Benim doğduğum yer çok mu çok güzel

Nasıl anlatsam orayı bilmem ki sana

Bir yanda gönül hicranlarını bağrına basan yayla

Diğer yanda  sevdasıyla her biri Mecnun ve Leyla...? 

diye başlayıp devam eden bir şiir denemem olmuştu 35-40 yıl kadar önce...

Selam olsun yaylanın çocuklarına. Selam olsun dağıma, taşıma, otuma, kuşuma. Selam olsun...

 Aldağlara yaylaya çıkmış şu çocukların fotoğrafına bakın ve beni görün.

/resimler/2016-3/3/0852489100515.jpg/resimler/2016-3/3/0853084413466.jpg/resimler/2016-3/3/0853280038768.jpg/resimler/2016-3/3/0853490351667.jpg