H. Ali YILDIRIM


SAĞOLASIN CORONA

YENİ DÜNYA - H. Ali YILDIRIM


Yaşı 50 ve yukarısı olanlar hatırlayacaktır, Televizyon siyah-beyaz iken çizgi film formatlı bir reklam izlerdik; Apartmanda bazısı çok ısınıyor görevliye “Söndür şu kaloriferi kapıcı pişiyoruz” diye bağırıyor, bazısı az ısınıyor ve “Yak şu kaloriferi kapıcı donuyoruz” diyor ve kapıcı bir ona koşuyor bir ötekine, ne yapacağını şaşırıyor. Sonunda yönetici çatıya izocam döşetiyor ve herkes rahata eriyor. Kapıcı sonucu şu tekerleme ile özetliyor: “Yöneticimiz karar verdi, çatıyı izocamla kaplattı, Kasım bey artık soğuktan donmuyor, Arif Bey de sıcaktan pişmiyor, benim de koşuşmaktan tabanlarım şişmiyor, sağolasın izocam”. Çocuk ruhumuz bu reklamı çok severdi…

17 Nisan Cuma günü akşam 20.00 sularında kulağıma bir konser sesi geldi, camdan baktım, basit bir fener alayı gibi bir kortej oluşmuş ve çok güzel pop ve mehter çalarak kırmızı ışıklar eşliğinde Talas’ta sokak sokak geziyorlardı. Şarkılar arasında “Havasına suyuna taşına toprağına, Bin can feda bir tek dostuma, Her köşesi cennetim ezilir yanar içim, Bir başkadır benim memleketim” şarkısı çok güzel yorumlanarak banttan seslendirildi. Ama ne coşku, camdan alkış tutanlar, fener yakanlar, şarkıya eşlik edenler sayesinde ortalık birden bir bayram yeri havasına dönüştü. Hava da güzel, ortam da hoş olunca biraz dışarı çıktım, hatta üşenmeyi bırakıp iki kez bakkala gittim. Bu etkinliğin, ertesi gün başlayacak olan iki günlük sokağa çıkma yasağına ilişkin katlanma katsayımızı bir hayli artırdığını hissettim. Gördüğüm manzara ve hissettiklerim düşünmeme sebep oldu. İnsanlar artık normal tepki vermeye başlamıştı. Ortak duygulanmayı yeniden keşfediyorlardı…

Virüsten Önce (V.Ö) insanlar hiç böyle değildi. Emekli olduğum için yaşamı ve insanları çalışanlara göre daha detaylı gözlemleme şansım oluyor. Yaz sabahları hem Ali Dağından inen serinliğin yüzümü yalamasına fırsat vermek, hem de temiz hava almak için apartmanın kameriyesine (kamelyasına) oturup bir kahve veya çay içip, işe gidip gelen erkek ve kadınlar ile okula giden çocukların hallerine bakıp gazete okurdum. Sabah mahmurluğu ile herkesin yüzünde bir asıklık, ya da dalgınlıkla, sanki o an orada değilmiş te bir radar sinyali onları otomatik olarak işe veya okula götürüyormuş gibi boşluğa bakarak uzaklaşan insanları görürdüm. (Naci hariç, o bir lise öğrencisi ve her gördüğünde mutlaka selam verir.) Akşam da yorgunluğun verdiği uyuşukluk dozu ile ters yönde evlerine gelirler ve ben yine kameriyede bu sefer yaz akşamı serinliğini hissetmekle meşgul olurdum. Yine selamsız sabahsız geçerdi her birisi önümden, kimisi düşünceli kimisi gergin, kimisi ruh gibi nerede olduğundan habersiz…

Tüm bunları eleştirmek için yazmadım, onları bu hale V.Ö. ki yaşam şartları getirmişti (ben de dâhil). Kimsenin kimseye merhaba diyecek mecali yoktu. Bu yokluk sırtında tuğla taşıdığı için değil ama insanın; 1. Sel gibi akan kirli bilgi yumağı ile acımasız tüketim propagandası içinde yönünü kaybetmeye yüz tutmuş olması, 2. Sosyal Medya denen ruh sömürüsüne bilmeyerek ama isteyerek katlanıyor olması, 3. “Ne yaparsan yap daha fazla, daha lüks tüket” yarışında yorgun düşmesi, 4. Bu sayede doğanın (atmosfer dahil) içine edilmiş olması, 5. Kendi gerçekliğinden kopmuş olması, 6. Aile fertlerinden uzaklaşmış olması, 7. Dünyaya niye geldiğini unutmuş olmasının neden olduğunu düşündüm…

Derken başımıza bu virüs musallat oldu. Unutulan yaşam şekli akla geldi. İnsanlar bir arada yaşadıklarını hatırladılar, koşuşturacak bir yarış olmadığından birbirlerini fark ettiler ve hal hatır sordular. Bakkalda manavda “al paranı ver malımı” formatını bırakıp sosyalleşmeye baktılar. Dayanışmalar oldu, hırlaşanların birbirine ekmek uzattığını gördüm. “Ya bunu da bulamasaydık?” sorusunun insanlara tekrar minnettarlığı hatırlattığını düşündüm. Ayaklanma, protesto, yok yere huzursuzluk çıkarmayı aklımızdan uzaklaştırdık, insanın kafasında hayalen kurduğu saçma politik çekişmeler rafa kalktı. Şucusu bucusu neci olduğunu unuttu yalnızca insan olduğunu fark etti, artık selamlaşıyorlar. Konuşulmasa da korkuların efendisi ölümün soğuk yüzü herkese bir şeyi hatırlattı; “fanilik”. Bu da insanın kibrini dizginledi ve orijinal ruhuna ayna tuttu. Kısacası insan silkindi ve kendine geldi, maymundan daha rütbeli olduğunu hatırladı: Peşinden koşulması gereken şey muz değildi…

Bunları düşününce, o reklamdaki tekerleme aklıma geldi; Yöneticimiz karar verdi, çatıyı virüsle kaplattı, artık Kasım Bey çılgınca tüketmiyor, Arif Bey de selamsız geçmiyor, benimde şaşkınlıktan yüzüm düşmüyor, sağolasın Corona…