Değerli dostlar, bir önceki (II) yazımızda bahsettiğimiz; sonsuz odalı bir otelde kalan sonsuz sayıda insan ne yer, ne içer, nasıl yaşar? Böyle bir oteli bizim evrenimizde inşa etmek mümkün müdür?
Evrenimiz sonlu olsa da sınırları belli değil, belirsizdir. Ne sonlu ne de sonsuz gibidir. Sonlu da olsa sanki sonsuz gibi. Ya da ona yakın. Değil mi?
Bu tür kozmolojik konular gerçekten ilginç. Bunların yanıtları, gözlem ve matematik modellere dayalı olarak verilmeye çalışılmaktadır. Sonsuzluk kavramı; düşünsel bir kavram olarak kabul edilse de sadece insan zihninde üretilen bir kavram olmasa gerek. Zira insanın gerek zihin yapısının gerekse de ruhsal yapısının sonsuzluk kavramına aşina olduğunu düşünmekteyim. Zihin ve ruhsal yapı kavrama yabancı değil. Evrende her şey sonlu olmasına rağmen; insan zihninde ve ruhsal dünyasında sonsuzluk kavramı var. Bu belki de apriori olarak varlıktan geliyor. Deneyden yani sonradan gelmiyor. Üstelik sadece zihinde oluşan bir kavram da değil. Zihinden başka pek çok alanda kavram ile ilgili temeller vardır. Sonsuzluk âlemi çok bilinen, çok temel bir teolojik kavramdır.
Maddesel evren sonlu olmasına rağmen içinde barındırdığı yapılar açısından (örneğin atomlar, elektronlar, protonlar vd) müthiş miktarlardaki varlıklara sahiptir. Zihnin bu büyüklüğü sonlu olarak algılaması pek mümkün görünmemektedir. Bunlar, sanki sonsuz olarak algılanmaktadır. Bununla birlikte sonsuzluk kavramının sonlu bir zihin yapısı ile anlaşılması da ayrıca ilginç bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak burada farklı kaynaklardan gelen bilgilerin de rolünü unutmamak; hayal gücünün de etkisini vurgulamak gerek. Bu noktada hayalin sınırlarının, bilginin sınırlarının çok ötesinde olduğu da bir gerçek olsa gerek.
Tekrar matematiğe dönecek olursak, bu yazımda geçmişte yaşadığım ve içinde matematik olan anılarla ilgili biraz konuşmak istiyorum. Böylelikle sadece matematiği değil, geçmişi de konuşmuş olacağız. Yani bir taşla iki kuş vuracağız. Hem matematikten hem de geçmişten bahsedeceğiz. Aslında en nihayetinde her şey ya geçmiş ya da geçmiş olacak yani tarih olacak. Geriye gök kubbede sadece hoş bir seda kalacak...
Kayseri´de ortaokul ve özellikle de lisede matematik öğrenimi yönünden çok iyi bir eğitim aldığımızı itiraf etmeliyim. Bu hususu, lisedeki matematik hocamla ilgili yazdığım yazıda zaten belirtmiştim. O dönemlerde lisedeki matematik eğitimi, yanılmıyorsam süre olarak şimdikinden daha fazla ve eminim daha teorikti. Özellikle de lise son sınıfta üniversite konuları içerisinde yer alan; diziler, seriler, limit, türev ve integral gibi konular oldukça yoğun olarak işlenirdi. Hem de teorik olarak. Ancak geometri ile ilgili aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Geometri, diğer konulara göre biraz daha sınırlı anlatılırdı. Genellikle de müfredatın sonunda yer alırdı.
Lisede iyi bir matematik eğitimi aldıktan sonra, İTÜ Mak. Fak´ne gittiğimde orada matematiğin daha derin ve teorik konularını öğrendim. İTÜ´de her alanda çok değerli hocalar vardı. Adeta hepsi özel seçilmişti ve yetiştirilmişti. İTÜ´deki mühendislik eğitiminin daha çok matematik tabanlı olduğunu yani mühendisliğin matematiğe dayalı kısmının daha yoğun olarak verildiğini gördüm. Hocalarımızın hemen hemen hepsinde derin bir matematik bilgisi vardı.
İTÜ´deki ilk matematik hocam dünyaca üne sahip ve 10 Türk Lirasının arkasında da denklemi ve fotoğrafı bulunan merhum Ord. Prof. Dr. Cahit Arf´ın öğrencisi merhum Doç. Dr. Murat Kirezci idi. Hiç unutmuyorum, hoca ilk derse geldiğinde sınıftaki arkadaşların hemen hemen hepsinin bir şok yaşadığını hatırlıyorum. Zira bizim hiç alışık olmadığımız bir tarz ve yöntem ile ders anlatıyordu. O zamana kadar matematiğin sadece sayı ve şekillere dayalı yönünü öğrenmiş olan bizler için dersin sembolik bir dille anlatılması farklı bir durumdu. Bu, bizim çok alışık olduğumuz bir durum da değildi. Arkadaşların pek çoğunun, bu durumu ve kendisini yadırgadığını gözlemledim. Bu tarz, bize yeni ve yabancıydı. Pek çok arkadaşın; böyle matematik mi varmış? Dercesine birbirlerine baktıklarını hatırlıyorum. Zira hepsi çok iyi matematik öğrenerek bu okula geldiklerini düşünüyorlardı! Aradan belli bir süre geçince ve hocaya da alışmaya başlayınca yavaş yavaş matematiğin gizemli dünyasını keşfetmeye başladık. İlk defa matematiğin aslında bir düşünce olduğunu ve bu düşüncenin de sembollerle ifade edildiğini gördük. Anladık ki matematik aslında bir dilmiş. Hem de doğanın ve düşüncenin dili. Hocamız da gerçekten bu dili çok iyi kullanıyordu. Bu dili kullanarak kavramları sembollere dönüştürüyordu. Adeta sembollerle konuşuyordu. Özellikle sayılar konusunda çok ilginç teoremleri anlatıyor ve bunların ispatlarını da aynı ilginçlikte yapıyordu. Hiçbir şeyi ezbere yazmıyordu. Dünyasında ezber diye bir olgu yoktu. Her şeyi ispatlayarak yazıyordu. Bir konuyu anlatırken diyelim ki sin(a+b)´nin açılımına ihtiyaç duydu. İfadenin açılımını kendine has yöntemlerle bulurdu. Bazı arkadaşlar: hocam siz uğraşmayın biz size ezberden söyleyelim deseler de açılımı buluncaya kadar uğraşırdı. Burada amacı belki de sin(a+b) gibi kavramların açılımlarının nasıl yapılacağını bizlere göstermekti. Konular böyle işlendikçe matematiğin ezberlenecek hiçbir yapısının olmadığını; her kavramın mantıksal ve düşünsel bir tarafının olduğunu; önemli olanın da bunu anlamak olduğunu anlamıştık. Ders bizim açımızdan çok teorikti ancak çok da ilginçti. Aslında bir anlamda hocanın kendisi de öyleydi.
Yine bir gün dersteyiz, hoca integrallerle ilgili bir konuyu anlatıyordu. Konuyu tamamladı. Arkadaşın biri: hocam bu konuda bir uygulama yapacak mısınız? diye sordu. Hoca arkadaşa baktı ve biraz da mahzun bir ifadeyle: son yaptığım şey zaten bir uygulamaydı demişti. Hiç unutamadım! Bu anıyı. Yaptığı uygulamanın bile belli bir teorik altyapısı vardı?
Okulda birinci yılın sonunda matematik ile ilgili bizde önemli bir teorik alt yapı oluşmuştu. Matematiğe olan bakışımız değişmiş ve gelişmişti. Kendisine olan saygımız da artmıştı.
İTÜ´den mezun olduktan belli bir süre sonra hocamızın vefat ettiğini öğrendim. Nur içinde yatsın. Aslında bu konularda özellikle gençlere söylenecek çok şeyler olduğunu düşünüyorum. İnşallah onları da başka zaman söyleriz. Kısmetse?
Değerli dostlar gazetedeki ilkyazım Sümer Lisesindeki matematik öğretmenim ile ilgili bir duygu yazısı idi. Bu dizideki son yazım da biraz Kayseri´de aldığımız matematik eğitimi ile ilgili; daha çok da İTÜ´nün çok değerli öğretim üyesi merhum Doç. Dr. Murat Kirezci ve onun kişiliğinde matematiğin sembolik ve gizemli dünyası ile ilgili oldu. İnanın İTÜ´deki benzer diğer hocalarımızı da yazmaya kalksam hepsini yazmak gerekir diye düşünüyorum. Zira bu hususta hepsinin ayrı bir hikâyesi var.
Sonuç olarak bu yazı dizisinin sonunda matematik konusunda diyebileceğimiz son şey; matematiğin hayatın içinde yaşayan bir olgu olduğudur. Dolayısıyla tüm insanlar onu kullanır, hatta hayatın kendisi bile. Hani derler ya; hayat bizi resmen dört işlemle imtihan edermiş; gerçeklerle çarpar, ayrılıklarla böler, insanlıktan çıkarır ve sonunda da kendimizi toplamamızı beklermiş?
İmtihanın(m)ızın kolay olması dileğiyle, kalın sağlıcakla?