SAMİ DAYANGAÇ


İSTİKLAL MARŞI NASIL YAZILDI?

GÖZLEM - Sami DAYANGAÇ


1908’e kadar neredeyse hiç toprak kaybetmeyen İkinci Abdülhamid, İttihat Terakki’nin 1908-1918 yılları arasındaki iktidar döneminde Osmanlı tasfiye edilir. Balkan Harbi, Çanakkale Savaşı, Sarıkamış, Birinci Dünya Savaşı… 4 milyon km. kare topraktan, şimdi elimizde bulunan 780 bin km. kareye zor ulaşılır. Aynı dönemde 1 dolar da 80 kuruştur.

 Ankara’da TBMM kuruldu ve daha savaşlar devam ederken, bağımsızlık adına bir marş yazma işi gündeme gelir. Bu işi yapacak olan en önemli şair ve aynı zamanda düşünür Mehmet Âkif’tir. Ne var ki, marş için 500 lira ödül konması, Âkif’i bundan uzaklaştırır. Milli Hükümet’in ikinci Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver)’in deyimiyle İstiklal Savaşı’nda duyulan heyecanı bir sanatkârın kelimeler haline sokması, yalnız sonraki nesiller için değil, İstiklâl Savaşı devresinde yaşayanlar için de kuvvet kaynağı olacaktı.

Marş için 724 şiir katılır. Bunların içerisinden altı tanesi seçilir ama pek beğenilmez.

724 şiirin şairinin(birkaçı hariç) hiçbirini tanımıyoruz; çünkü bunlar Anadolu’nun bilinmeyen çocuklarıdır. Abdülhak Hamid, Yahya Kemal, Faruk Nafiz, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Enis Behiç… Hepsi hepsi, Ankara’dan ve Anadolu’dan uzakta, İstanbul’da bulunuyorlardı. Sonra ne oldu? Savaş kazanılır kazanılmaz, Mehmet Âkif sürgüne gitti, bu efendiler gelip koltuğa oturdular! Kanlarıyla, canlarıyla istiklal mücadelesi verenler ‘hain’ oldu, mirasyediler ‘kahraman’ olarak arz-ı endam ettiler.

Âkif, çok yakın arkadaşı Hasan Basri (Çantay) tarafından, İstiklâl Marşı’nı yazmaya ikna edilir. O da Taceddin Dergâhı’na kapanarak şiirini yazmaya koyulur. Odada kağıt ve kalem bulunmadığından ilk dörtlüğü tırnakları ile duvara kazır. Büyük Akif şiirini 2 günde tamamlamıştır.

Maarif Vekili (Hamdullah Suphi) bu marşı Büyük Millet Meclisi kürsüsünden okuduğu zaman mebusların alkışlarından Meclis’in tavanları sarsılıyordu. Ruhları o kadar heyecan kaplamıştı ki bütün Meclis yekpare bir kalp halinde dalgalanıyordu. Üstad ise mahcubiyetinden, başını kollarının arasına sokmuş, sıranın üstüne yumulmuştu.

 

Marş’ın yazıldığı bu günlerde yurt baştan başa düşman istilasına uğramış, bu ölüm ve dirim savaşının en kanlı gününde birçok ‘büyük zevat(!)’ yan gelmiş pusuda yatarken, Âkif merhum İstiklâl Marşı’nı yazarak orduları adeta cephede de coşturmuştur, çünkü marş, bazı cephelere götürülerek askerlere de okunmuştur. Şiir dikkatle okunduğunda görülecektir ki; bayrağa, askere, vatandaşına, Allah’a ayrı ayrı hitap edilmiştir.

Milleti, memleketi için varını yoğunu harcayan ve bu millete İstiklal Marşı’nı armağan eden Âkif, hayatının son 12 yılını Mısır’da sürgünde geçirmiştir. Gitmeseydi öldürüleceğini biliyordu. Her yerde izlendi, hatta Mısır’da bile. Milletvekilliği maaşı bile bağlanmadı; Mısır’da adeta fakr-u zaruret içinde yaşadı. En acı olanı, TC İç İşleri Bakanlığı tarafından, İskenderiye Başkonsolosluğu’na soruşturma açıldı; Mehmet Âkif’e Türkiye’ye giriş vizesini kim verdi, diye!

Çocuklarına hâkim olamadı ve en büyük derdi de buydu. Kızının oğlu, Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri bile oldu. Âkif’in oğlu Emin, Beşiktaş’taki bir çöp bidonunda ölü olarak bulunmuştu. Kızı Suat Hanım, Beyoğlu’nda bir sokağa terk edildi.

Âkif de 1936’da ölüp Beyazıd Camii’ne getirildiğinde, tahta bir sala konulmuş ve üzerine bayrak bile sarılmamıştı. Cenazesinde resmi zevattan hiç kimse yoktu. Esnaftan Mahir Usta olmasaydı, İstiklal şairimizin tabutuna bayrak sarılmayacaktı. Cenazesine katılan öğrencilere soruşturma açıldı. Gazeteler, onun ölümünü adeta duyurmadılar. 1925 ve 1937’de iki defa ‘İstiklal marşı yazma yarışması’ açtılar. Bunun nedenlerinden biri de, Âkif’in İstiklal Marşı’nda özel isime yer vermemesiydi; ama başaramadılar.