ASIM CENGİZ GÜR


HAYAT SÜRERKEN (2)

HAYAT SÜRERKEN (2)


Dünkü notlarımızda bahsetmiş olduğum gençlerden birisi : “dünyanın ıssız bir köşesinde doğmuş ve İslam’ı hiç duymamış kimselerin durumunun ne olacak” diye sordu. Bu soru da beni hem mutlu etmiş hem de düşündürmüştü. Mutlu etmişti, çünkü başkalarının derdi ile dertlenmeyi ifade ediyordu. Düşündürmüştü çünkü, başkalarını düşünmekten kendi nefsimizi sorgulamaya fırsat bulamıyorduk.

Bir insanın, hiç tanımadığı, akrabası ve yakını olmadığı, hatta bir defa bile görmediği ve muhtemelen de görmeyeceği insanların akıbetiyle bu derece meşgul olmasının sebebi acaba nedir? Eğer “onlara karşı duyduğu şefkat olabilir” derseniz; en yakın kapı komşusunun yan odada yatmakta olan kardeşinin halini merak etmeyen, derdlerine derman olmak kaygısı duymayan, bunun çabası içine girmeyen, kendi öz anne ve babasını ihtiyarladıklarında, sevgi ve ilgiye en çok ihtiyaç duydukları anda “Huzur (!) Evi”ne yatıran, vicdanı körelmiş insanlık diğer yandan hiç tanımadığı, görmediği, ismini, kişiliğini bilmediği insanların akıbetini merak etmesini şefkatli olmalarına bağlayabilir miyiz?

“Dünyanın ıssız bir köşesinde doğmuş ve İslam’ı hiç duymamış kimselerin durumunun ne olacak” sorusunun cevabı itikadımıza ilişkin olarak yazılmış akaid kitaplarında, hatta belki de ilmihal kitaplarının iman bahislerinde var aslında. Peki bu soru niçin sorulur?

Ya soru soran kitap okumayı bilmiyor veya sevmiyordur ya da zahmete girmek istemiyordur.

Ya daha önce bu hususta bilgi edinmesine rağmen aklına (!) yatmayan bir husus olmuştur ve bunu pekiştirmek yada kendi görüşünü (!) onaylatmak istiyordur.

Ya da hadi hüsn-ü zan edelim (iyiniyetli düşünelim), gerçekten balta girmemiş ormanlarda yaşayan insanların ahirette ne olacağı derdi ile dertlenmiştir.

Bu soruya cevap verdiğiniz daha doğrusu cevap vermeye başladığınız anda ve çoğunlukla da henüz sözleriniz bitmeden gelen müdahalelerden gerçek sebebi anlamak mümkün olur.

Buna benzer bir başka soru “Ayda nasıl namaz kılınır? Kıbleye nasıl dönülür? Yerçekimi olmaması sebebiyle rüku, secde nasıl yapılır?” sorusudur. Bu soruyu soranlar da, hiç aya gitmemiş, muhtemelen de gitmeyecek olan bir insandır. Muhtemelen de vakitleri belirlenmiş namazları, Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in gösterdiği şekilde kılmayan bir insandır. Dünyada bu ibadetin nasıl yapılacağı belirlenmiş, kayıt altına alınmış, ilmihal kitaplarında yazılmış iken; hemen birkaç adımla ulaşılabilecek bir din görevlisinden, ailenin büyüğünden veya birkaç tıkla internette ulaşılabilecek sitelerden öğrenebilecek ve mükellef olduğu namazı bu dünyada kılabilecek iken bunu yapmayıp da, aya giden insanın nasıl namaz kılacağı ile ilgilenmek insanı şaşkınlığa düşürüyor.

Bizi bu hallere sokan, öncelikle sorumlu olduğumuz kendi nefsimiz ve ailemizden daha çok, hiç görmediğimiz, bilmediğimiz, tanışmadığımız ve muhtemelen de bunların hiç birinin olmayacağı insanları ve durumlarını düşünmemizin sebebi nedir? Niçin başkaları için bu kadar ince meseleleri öğrenmeye çalışırız da, kendi nefsimizin kurtuluşu için bilgi edinmeye ve uygulamaya çalışmayız?

Bir ramazan günü, Azeri Televizyonlarında program yapan Azeri Hoca’yı dinlemiştim. Bir kıssa anlatıyordu. Şivesini taklit edemeyeceğim ama mealen şöyleydi:

Delikanlı :

“Hocam, geçen Cuma günü babam vefaat etti. Aynı gün defnettik. Ben şunu merak ediyorum, böyle mübarek bir günde vefaat eden babam, bu sebeple cennete girer mi?”

Hoca:

“Baban namaz kılar mıydı?” Delikanlı:

“Kılmazdı ama hocam, kılanları çok sever ve onları gördükçe duygulanır ağlardı”. Hoca:

“Baban oruç tutar mıydı?”. Delikanlı:

“Oruç tutmadı ama hocam, tutanları çok sever ve onları gördükçe duygulanır ağlardı”. Hoca:

“Peki, hacca gitmiş miydi?. Delikanlı:

“Hacca da gitmedi hoca. Ama kim ki hacca gider, onları sever ve onları gördükçe duygulanır ağlardı. Hocam, babam cennete girer mi?”. Hoca:

“Vallahi bunu Allah Teala bilir. Ama ben derim ki: ‘Namaz kılanlar, oruç tutanlar, hacca girenler cennete girerlerken, baban onları görecek, duygulanacak ve pişmanlıkla ağlayacaktır” demiş.

Evet, genellikle ömrümüz kıssadaki baba ve oğlu gibi geçiyor. Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyuruyorlar. Bu hadis-i şerif :

İyileri sevmek ve kötülerden uzak durmaya, iyilerle ve iyilerden olmaya çalışmaya; böylece iyilerin gideceği yer olan Cennette yer almaya bunları vesile kılmaya gayretli olmak gerektiğini de ifade ediyor olsa gerektir.

Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ahirette birlikte olma dileğini ifade eden bir sahabiye “İbadetlerle bana yardımcı ol” buyurmuştur.

Dünkü notlarımızda aktardığımız Abdulkadir-i Geylani’nin (Allah ondan razı olsun) sözleri ile bu günkü notlarımızı neticelendirelim:

“Ey Oğul! Önce kendi nefsine öğüt ver, kendi nefsini düzelt! Sonra da başkalarına öğüt ver, başkalarını düzeltmeye çalış! …Eğer kendinde ıslaha muhtaç bir hâl bulunduğu hâlde bunu bırakır da başkasının ıslahına kalkışırsan yazık sana!”

Yüce Allah (c.c.) razı olacağı bir hayatı yaşamayı hepimize nasib ve müyesser eylesin.