VELİ ALTINKAYA


EKMEK...

GÜNDEM - Veli ALTINKAYA


Çiftçi çocuğuyum. 1980’li yılların ilk yarısına kadar köyde (Sarız Yalak-Yeşilkent) yaklaşık 400 dönüm arazide tarım yapıyorduk. Kapımızda 150 kadar küçükbaş, 20 kadar da büyükbaş hayvan olurdu. İlk traktörü 69’da almışız. Traktöre dayımlarla ortaktık. Traktör binek aracı değildi, tarlayı sürmede ve tarladaki ürünleri taşımada kullanılırdı. At, eşek, öküzler (kağnı) yine taşımada kullandığımız önemli figürlerdi... Hatta camuzlar... Çocuk yaşta camuzların sırtına binip onları suya götürdüğümü iyi hatırlıyorum.

Daha önce yazmıştım, mayısın ikinci yarısında Binboğa’ya yaylaya göçerdik. Yaylaya göçme ve yayla her çocuk için müthiş bir özlemdi.

Yaylaya göçün hemen ardından tarlada işler başlardı. Eğer yaşınız 15’in altında ise genellikle yaylada kalır, at ve eşekle köye günde karşılıklı 6-7 saat yaya yürüyerek kışlık yakacak odununuzu taşırdınız. Yer yer de özellikle hububat hasadı başladığı zaman tarlada büyüklerinize yardım ederdiniz.

Bizim çocukluk, gençlik yıllarımızda tarlaya ekilen birkaç ürün vardı.

Arpa... Arpa genellikle ilkbaharda mart sonu, nisan gibi ekilir, mayıs sonu, haziran başı gibi de biçilir, yani hasadı olurdu. Arpanın boyu fazla olmazdı, genellikle de orakla biçilirdi.

Çavdar... Sonbaharda ekim yapılır. Arpadan sonra haziran sonu-temmuz başı gibi de biçilirdi. Genellikle tırpanla biçilirdi. Biçerdöver köye gelirdi, ancak hayvancılık olduğu için büyüklerimiz samanı bahane ederek tırpanla biçmeyi(hasadı) yeğlerdi. Biz küçükler de kendi aramızda büyüklerimize ‘niye biçerdöverle biçtirmiyorlar’ diye tepkiliydik.

Yazlık... ‘Yazlık’ dediğimiz bir buğday türü vardı. Kırmızıya yakın bir buğday... Yıllardır o buğday türünü hiç görmüyorum. Arpa gibi ilkbaharda ekilir, temmuz-ağustos gibi de biçilirdi. Boyu normal buğdaya göre biraz daha kısaydı. Ama unu, bulguru, tarhanası müthiş lezzetli olurdu. İlkbaharda kışın uzaması, tarlanın çamur olması gibi gerekçelerle genellikle de çok ekimi olmazdı.

Buğday... Bildiğimiz buğday... Sonbaharda ekilir, temmuz ağustos gibi ise genellikle hayvancılık gerekçesi ile tırpanla biçilirdi. Yani hasat yapılırdı.

Nohut, nadiren mercimek... İlkbaharda ekilir, ağustos sonu, eylül başı gibi de elle yolunurdu...

Sabah 06:00 ’dan başlayıp akşam 6’ya kadar, yani 12 saat tırpan salladığımızı bilirim. Bunun bir-iki saati yemek vs. dinlenme ile geçse kesinlikle en az 10 saat tırpan sallardık veya tırmık kullanırdık.

Ürünler toplanır tarlanın ortasında yığın haline getirilirdi. Genellikle traktörle hasat (biçme) işi bittikten sonra ürünleri evin yakınındaki Çiğdem Tepesi dediğimiz (şimdilerde Çukurova’dan gelenlerin yazlıkları var) yere, yine ‘bilezik’ dediğimiz oval bir şekilde harmana yıkardık, yani istif ederdik... Ağustos sonu, eylül gibi de kara patosla harmana topladığımız bu ürünleri saman-dene karışık hale getirirdik. Şimdiki patoslar dene ile samanı ayırıyor. O zaman saman ve dene birlikte patostan çıkar, sonra rüzgarın esmesini bekleyerek yaba ile savurup samanı deneden ayırırdık. Haftalarca, hatta aylarca ‘cec’ dediğimiz saman-dene yığınının başında yattığımız olurdu. Açık alanda. En küçük yeli (rüzgarı) değerlendirir ve deneyi samandan ayırırdık.

Sonra hasılatın eve taşınması başlardı. Saman genellikle traktör veya kağnı ile samanlık dediğimiz ahırla bağlantılı mekanlara çekilir, çavdar, buğday, nohut ise orjinal kök dokuma yünden yapılmış bizim ‘yayma’ dediğimiz dev harallara - çuvallara konulurdu... Tabi ambarlara da… Arpa, çavdar genellikle ambara konulur, buğday ise bu dev çuvallarda dururdu. Bu çuvalları dört kişi kaldırıp da römorka yükleyemezdi.

Eylül sonu ekim gibi kış hazırlıkları başlardı. Zira ekimin sonunda kar yağardı köye... Bulgur, tarhana ve un yapılacak buğdaylar mahalle aralarındaki çeşmelerde yıkanır evin önüne getirilip kilimlerin üzerine serilir ve kurutulurdu.

Tarhanayı analarımız el sıkmacı şeklinde hazırlar, damın üstüne sapların bulunduğu yere sererlerdi. Tabi sermeden önce tarhananın dev kazanlarda pişirme faslı vardı.

Bulgur ve un değirmende üretilirdi... Köyde değirmen yoktu. 80’li yılların başında, belki de 70’li yılların sonunda elektrikli değirmen daha doğrusu küçük bir un fabrikası geldi köye. Elektrik yeni gelmişti.

Daha öncesinde un olacak buğdayı genellikle kağnıya yükler ve hemen bitişiğimizdeki Kemer köyü’ne götürürdük. Traktörle gittiğimizde römorku üç-dört gün belki de daha fazla bağlamamız gerekirdi. Değirmende sıra olurdu.

Onun için genellikle ya rahmetli dedem ya da rahmetli babamla kağnılarla giderdik eski İpekyolu’nu takiple Kemer Köyü’ne… Kemer’in kenarından Sarız Çayı geçiyor. Çayın üzerinde de Mehmet Mortaş’ın babası ‘Abdullah Kaa(Kahya)’ dediğimiz Abdullah Mortaş’ın değirmeni vardı. Orada sıraya girer günlerce sıramızı beklerdik. Akşam olduğu zaman da kağnının üzerinde çuvalların arasında yatardık. Gündüz sıra beklerken bizim bir görevimiz de kağnıya bağladığımız öküzleri derenin kenarında yaymak, yani otlatmaktı...

Her değirmen arefesinde rahmetli dedemle (Allah rahmet eylesin, gözü gönlü bol, hayırsever bir adamdı) tartışırdık. Ambar hem yazlık hem normal buğday doluydu. Çuvallar da öyle. Buna rağmen dedem özellikle normal buğdayın içerisine bir miktar çavdar katardı... Komşularımızın yufkaları, yani ekmekleri beyazken bizimki biraz esmerdi. Dede ‘Sanki buğday mı yok, niye buğdayın içine çavdar katıyorsun. Herkesin ekmeği beyaz, bizimkisi siyah’ derdik. O da ‘Oğlum sizin aklınız yetmez. Hadi işimize bakalım’ derdi...

Dün, dedeme buğdayın içine çavdar kattığı için tepki gösteren ben, bugün acaba ‘tam buğday veya çavdar ekmeğini nerede nasıl bulurum, fiyatı önemli değil’ diye hayat sürüyorum...

Köyde her evin unu, bulguru, tarhanası mutlaka olurdu. Tarlası olmayanlar da ücretli çalışır, bunun karşılığında ücretleri ile birlikte horantasına (ev halkı) yetecek kadar da buğday alır, o da bulgurunu, ununu, tarhanasını kendisi yapardı.

Bağı-bahçesi olmayan bir köyden bahsediyorum. Yağını, peynirini, yününü hayvanlarından, ununu - bulgurunu tarlasından elde eden bir köyden.

Bu günlerde ülkemiz olağanüstü bir süreçten geçiyor. Demiyorum ki dün yaptığımızı yapalım. Ama, korkmayın bu ülkede kimse aç ve açıkta kalmaz. Elbette sıkıntılarımız var. Bir süre bu sıkıntılar daha da artar. Yaşadığımız sürecin ekonomiye olumsuz yansımasını henüz hissetmedik. Hissedeceğimiz daha geride. Ama sabır, şükür, paylaşma, birlik ve beraberlikle bu millet dün olduğu gibi bugün de zorlukların üstesinden gelir...